Derslere gelmeyen öğrenciler diyor ki…

Yine hiçbir şeyin yetişmek bilmediği bir dönem. Akşam ertesi günkü derse hazırlanmak için oturuyorum. Akademide şöyle bir efsane vardır: Hocalar dersleri bir kere hazırlar, birkaç kez verdikten sonra herşey cillop gibi hazır olur; sonraki yıllarda hoca elini kolunu sallayarak derse gider ve zaten hazır olan dersini anlatır çıkar. İçerik açısından az sayıda giriş dersi için bu doğru olabilir ama bilgisayar mühendisliğinin herhangi bir ortalama dersi için doğru değil. Bir kere konular değişiyor, yeni şeyler bulunuyor ve eskileri anlatmak artık saçma oluyor. Diğer taraftan içerik değişmese bile hoca olarak insan sürekli şunları düşünüyor:

“Bu konuyu şöyle anlatsam daha mı iyi olur?”

“Geçen sefer bunu anlatırken verdiğim örnek ne saçma olmuştu, buraya daha iyi bir örnek bulmam lazım.”

Ya da:

“Ben bunu geçen sefer çok iyi anlattığımı sanıyorum ama sınavda neden kimse yapamadı? Ben bunu başka nasıl anlatabilirim?”

Ben de akşam oturunca, gün içinde düşündüğüm bazı fikirleri, ders sunumuna ekliyorum. İnternetten örneklere bakıp, içime sinen bir örnek bulmaya çalışıyorum. Öyle böyle, iyicene oldu deyip hazırlık işini durduruyorum (bitiriyorum demek isterdim ama bu iş hiç bitmez, sürekli insan dersini iyileştirebilir).

Ertesi gün okuldayım. Derse bir giriyorum, sınıfın yarısından çoğu yok. Bir açıdan şaşıracak bir şey değil; öğrenciler zaten genelde derslere gelmiyorlar. Diğer açıdan şunu düşünüyorum: Sınıfın çoğu dinlemeyecekse ben bu dersi neden hazırladım? Etrafımdaki birçok hoca kendisine bunu soruyor. Bunu soruyor derken, neden ders hazırlıyorum değil, neden öğrenciler derse gelmiyor? Ben de bunu bizim blogdan öğrencilere sordum.

“Derslere gitmiyorum çünkü…” diye soran mini bir anket yaptık. 109 kişi cevap verdi. Cevap verenlerin %26’sı, “Dersler benim anlamadığım bir tarzda veriliyor,” dedi. Bu en büyük cevap grubu. %24’ü “Konsantre olamıyorum ve dolayısıyla öğrenemiyorum”; %19’u “Okula gitmeye üşeniyorum, hele de az dersim varsa” dedi. %17’si “Diğer”i seçti. %14’ü ise “Dersler uzun, sıkılıyorum” dedi. “Diğer” grubunda yazılan sebeplerin en çoğu hocaların konularına hakim olmamaları, sadece sunumu okumaları ve yıllardır aynı dersleri aynı şekilde vermeleri.

Öğrenciler dile gelse…

Bu sonuçları değişik şekillerde düşünmek mümkün. Ben ilk %50’yi oluşturan öğrencilerin derslerden faydalanmadığını anlıyorum. Ya anlatılanlar garip, ya anlatılanlar hızlı anlatılıyor öğrenciler kopuyor, ya o sırada kafalar başka yerde, ya hoca zaten iyi anlatmıyor vb. Aslında düşünürseniz çok garip bir durum. Bir grup insan bir odaya giriyorlar; birisi anlatmak için hazırlanmış, diğeri anlamak için. Saatler geçiriyorlar ve girdikleri halde geri çıkıyorlar. Herkesin enerjisi boşa gidiyor. Gün be gün, ders be ders…

Belki ders kavramını tekrar düşünmemiz gerek. “Flipped classroom” gibi bir takım teknikleri elementer seviyede de olsa derslerimde uygulamaya çalıştım. Fakat, öğrencileri derse getirmek konusunda bir başarı elde ettim diyemem. Yakın zamandaki bir derste, öğrencilere bir soru sordum, cevap gelmedi. Biraz zorladım, tık yok. Konuyu değiştirip, onların konuşabilecekleri bir tarafa getirdim. Yine sessizlik. Sonra isyanla dedim ki: “Yahu bütün yeni eğitim felsefeleri diyor ki; hocanın konuşup, öğrencilerin dinlediği sistemler iyi değil. Öğrencilerin konuşması lazım, siz konuşmuyorsunuz.” Öğrencilerden birisi çok içtenlikle “Hocam biz böyle iyiyiz,” deyiverdi.

Belki daha çok dijital materyal kullanmamız lazım. Yeni jenerasyon okuyarak değil, izleyerek öğreniyor deniyor. Belki videolu kitaplara, herkesin önünde bilgisayarda bir şeyler yapabildiği bir ders formatına geçmek gerek. Fakat bu arada, insanların birden fazla işi aynı anda yapamayan canlılar olduğunu unutmadan ve bilgisayarlar açıldığında odağın yine ders konusu olduğunu hatırlayarak. (Bunu yapmak da çok güç aslında. Yine bir derste, ben anlatırken, ara ara sınıfın farklı yerlerinde bazı öğrencilerin güldüğünü gördüm. Sınıfın farklı yerlerinde oldukları için de, herhalde tahtada komik bir şey var ya da benim bir önceki esprim çok komikti(!) filan gibi onlardan bağımsız şeyleri düşündüm. Sonra anlaşıldı ki WhatsApp’ta muhabbettelermiş.)

Belki dersleri konu konu anlatmak değil, ortaya çıkaracakları bir proje/ürün üzerinden gitmek gerek. Dersin amacı konuları anlamak değil, projeyi yapmak olsun. Öğrenciler bir şeyleri yapamayınca, bunu yapmak için ne öğrenmem gerek diye düşünecekler ve ordan geriye gidecekler. Bunu da aslında bir dönem programlama dersinde denedim. Bence derse gelenlere faydalı oldu, ama derse gelmeyenleri derse getirmedi.

Az dersim varsa okula gitmeye üşeniyorum diyenlere, çok diyecek bir şeyim yok. Ben de bazen üşeniyorum ama nedense bu durum gitmeme engel olmuyor! “Diğer” grubunda, “Mezun olayım bana yeter” ya da “Üniversiteyi öğrenme yeri değil, etiket olarak görmek” gibi birkaç cevap da geldi. Onları kendilerine havale ediyorum.

Peki İngilizce?

Ben hızlıca anketi hazırlayıp koyduktan sonra etrafımdaki bir çok arkadaş keşke “İngilizce olmasa daha çok gelir misiniz?” diye de sorsaydın dediler. Bizim hocalar olarak hissettiğimiz bir durumdur bu: Derste bir cümle Türkçe geçince, mutlaka sınıftan birisi cesaretlenir, soru sorar, derse katılım artmaya başlar. Bunu keşke dersler Türkçe olsun diye söylemiyorum; o tartışma çok derin ve başka bir yazının konusu. Ama anketi hazırlarken aklıma gelmedi bunu sormak. Enteresan bir sonuç, ankete “Diğer” cevabını veren arkadaşlardan hiçbirisi sebep olarak bunu yazmamış olmaması. Belki biz hocaların düşündüğü gibi bir durum yok.

Her ne sebeple olursa olsun hocalarından memnun olmayan öğrencilerin bunu mutlaka söylemesini öneririm. Bir dersin anlaşılır anlatılmasını talep etmek her öğrencinin hakkı. Birçok okulda ders sonu değerlendirme var. Orası başlangıç için iyi bir mecra. Bunla kalmaya da gerek yok, hocayla konuşmak, bölümdeki derslerden sorumlu hocayla konuşmak ya da aklınıza gelebilecek daha yaratıcı şekillerde ‘söylenmelisiniz’. Nasıl ben burda öğrencilerin gelmemesinde ‘söyleniyorsam’, öğrenciler de bir yol bulup hocalarından ‘söylenebilmeli’.

Ne yapıp edip, derslerin bu verimsiz durumunu değiştirmemiz gerek! İnanın derse gitmemek bunu değiştirmiyor, hiçbir şeyi de iyileştirmiyor.

Derslere gelmeyen öğrenciler diyor ki…” üzerine 8 yorum

  1. Lisans zamanı farkındalığımın tam oturmamış olması ve başka sebeplerden ötürü derslere katılmada isteksiz idim. Sonra lisansüstüne kendi bölümünden başka yerde başlayınca bilimsel hazırlık adı altında yeniden lisans dersleri almaya başladım. Lisansüstüne başlayabilmem bu dersleri geçmeme bağlıydı ve derslere %70 katılım zorunluluğu da vardı. İlk zamanlar eziyet gibi gelmişti, sonra alıştım hatta yüksek notlarla dersleri geçtim. İkinci dönem geldiğinde girdiğim dersin hocalarından biri, dersi anlatmaya başladıktan sonra kimseyi derse kabul etmiyordu. Dahası bunu da katı bir şekilde uyguluyor ve uygulamanın doğru olduğundan kesinlikle emin görünüyordu. Tabi bu yüzden birkaç kez derse giremedim ve yok yazılmış oldum. Kapıyı tıktıklayıp derse girmek için izin istedikten sonra “hayır giremezsin” diye bağırdı. Bir dakika gecikmeyle kaçırdığım derse mi üzüleyim, yoksa bana böyle bağıran hocaya mı?:/ İşin bir de şu boyutu var, hoca bu dersi gerçekten çok güzel anlatıyordu. Neyseki bu dersi de geçtim. Ama beni uzun zamandır böyle hırslandıran başka bi olay olmamıştı, çünkü dersleri geçemezsem yüksek lisansa başlayamıyordum.

  2. Aslında bu konu üzerine yapacağım yorumlar, oldukça subjektif. Bana yorum yapmaya cesaret veren şey ise, şu an doktora aşamasında olmam sebebiyle kendimi geleneksel öğrencilikten ayrılıp yavaş yavaş öğrencilere bir şey öğreten (öğretmeye çalışan, ya da öğretmeyi öğrenen dersem daha isabetli olur) olmaya evrilmem; ancak bunun yanında “of finalden 90 alsam geçerim” diye sınavdan bir gece önce 10 bardak kahve eşliğinde sabahladığım, gitmediğim derslerin notlarını rica minnet arkadaşlardan istediğim günlerin çok da uzakta olmaması. Öğrenmenin sonu hiçbir zaman gelmez; fakat “öğrenmeyi öğrenme” konusunda, öğrencilik hayatım boyunca geçtiğim süreçlerde, rastgele aldığım kararların sonucunu değerlendirerek bir sonraki adımda daha başarılı sonuç alabileceğimi düşündüğüm değişimler yaparak kendi çevrem ve kendi kabiliyetlerim dahilinde benim için en optimal gözüken çözüme yakınsadığımı düşünüyorum. (Evet, bu cümleden de anlaşılacağı üzere bilgisayar mühendisiyim)

    Öğrencilik ve öğrencilikle ilgili sorunları biraz da Türkiye ölçeğinde değerlendirmek gerekiyor bence. Türkiye’deki lisans öğrencilerinin, safi isteklerine ve yeteneklerine göre karar kıldıkları bölümün olduğu bir üniversiteye gidip, “iyi günler, benim ilgi alanlarım ve bu bölümü okuyarak ulaşmak istediğim hedefler bunlar, bu üniversitede eğitim alarak amaçlarıma ulaşabileceğimi düşünüyorum” diyerekten lisansa kabul alma ‘lüksü’ yok. Sonuçta herkes, farklı ilgileri ve yetenekleri olan yüzbinlerce kişiyle aynı gün aynı saatte aynı soruları çözerek girdiği bir sınavın sonucundaki sıralamaya göre üniversitelere yerleşiyor. Şimdi düşünüyorum da, benim üniversite tercihlerimde hangi bölümler yoktu ki? Ah keske -Tıp, bak bu da olabilir – Bilgisayar Mühendisliği, bilmiyorum ama iyi diye duydum – Endüstri Mühendisliği, mühendislik işte – Makine Mühendisliği, lisedeyken cok severdim – Fizik, açıkta kalmasam bari – İşletme.. Ha doğrusunu söylemek gerekirse, ya konservatuvara gitmek ya da pilot olmak istemiştim, ailem izin vermedi 🙂 Piyangodan iyi bir üniversitenin prestijli bir bölümünün çıkmasından daha düşük ihtimalli bir şey varsa o da öğrencinin gerçekten severek okuyacağı bir bölüm çıkması. Handikaplı kumar adeta. Tercihini tek bölümden yana yapıp, yerleşip, mezun olmasına bir kaç dönem kala “yeter artık, ben bunu okumak istemiyorum” diye iki-üç senesini yakan bir çok sınıf arkadaşımız vardı dershanede.

    Yukarıda da yarım ağızla itiraf ettiğim üzere Bilgisayar Mühendisliği hiçbir zaman birinci tercihim olmamıştı, üniversite sınavı yerleştirme sonuçları gelene kadar kendimi hiçbir zaman, gelecekte Bilgisayar Mühendisi olarak düşlememiştim.

    Kendi tecrübelerimden, hocaların öğrencilerin ilgisizliklerine ve başarısızlıklarına biraz iyi niyetli yaklaştığını gördüm hep. Öğrenciye karşı iyi niyetli anlamında değil demek istediğim, mevcut duruma. Aslında durum çoğu zaman sanıldığından da beter. Öğrenci derse gelmiyor, derse gelirse elinde telefon başka şeylerle uğraşıyor, anlar gözlerle en önde kafa sallayıp bir taraftan haftasonu programını düşünüyor, sınavda sorulan soruya saçmasapan cevaplar veriyor… Bence çoğu zaman öğrenci ne üşendiğinden gelmiyor, ne facebookta arkadaşlari çok ilginç şeyler paylaştığından telefonuna bakıyor, ne de sorulara konuyu iyi kavrayamadığından yanlış cevaplar veriyor. Öğrenci okula gelmiyor çünkü o derse ve belki de birçok derse karşı hiçbir ilgi duymuyor, telefonuna bakıyor çünkü kendine kurduğu gelecek planlarında tahtada anlatılanlara yer yok, saçmasapan cevaplar veriyor ki derste duyduklarını, sınavdan önce son gece çalıştıklarını ortaya karışık bir bağlama oturtmadan sıralarsa belki geçer not alır ve tüm bu “işkence”lerin sonunda üniversite mezunu olur. Bunun iyi modeli, tüm bu işkencelerin sonunda iyi bir ortalamayla mezun olmak isteyen öğrenci tipi. Her derse gelir, pür dikkat dinler, sınavlarına sıkı çalışır iyi notlar alır; ama günün sonunda diğerlerinden tek farkı işkenceye daha iyi mukavemet gösterebilmesinden başka birşey değil.

    Evet, benim için de zulüm 2006’da başladı; yalnız neyse ki 2008’e varmadan sonra erdi. Erdirdim diyemem; çünkü tam olarak kendi başarım değildi. Halihazırda çocukluğumdan beri pozitif bilimlerin birçok dalına ilgimin olmasının etkisi büyük olsa da asıl şansım birkaç hocam, danışmanım ve onların yönlendirmeleri oldu.

    Hoca-öğrenci ilişkisi, benim ve çevremdeki arkadaşlarım için dersin içeriği kadar büyük rol oynamıştır öğrencilik hayatımızda. Hoca-öğrenci ilişkisi denildiğinde aklıma gelen iki hoca tipi var.
    1. Dersi her ne kadar zor olsa da, sıkıcı olsa da “mahcup olmak istemediğimiz için dersine çalıştığımız hocalar”. Bu gerçekten nasıl açıklanır bilmiyorum. Bazı insanlarin pedagojik açıdan böyle yetenekleri oluyor. “Aman bir şeyler öğrenelim işimize yarar”dan çok “yahu hoca da çok emek verdi, bize de çok güveniyor, ayıp olur, çalışalım da doğru düzgün not alalım bari” diye çalıştığımız çok ders olmuştur arkadaşlarımla.
    2. Bir de aslında hepimizin aşına olduğu ve çoğunluğun sevdiği içten hocalarımız olmuştur. Bir konuyu anlatmadan önce alakalı kişisel örnekler vererek başlayan, arada konudan tamamen alakasız akademik tecrübelerini ve hayat tecrübelerini paylaşan. Lisede genellikle böyle olan öğretmenler “ne güzel ders kaynıyor” diye sevilirken, üniversitede hoca ile öğrenci arasındaki bariyeri kaldırdığı için benimseniyor biraz belki de. Bu bariyer de kişisel diyalogta olan bir bariyer değil. Üniversiteye yeni başlayan öğrenciler, derse giren hocaları, her şeyi mükemmel bilen ve öğrettiklerinden sorguya çekecek insanlar olarak görüyor. Evet, akademiye aşina olmayan öğrencilerin çoğu aslında hocaların en önemli görevlerinden birinin sürekli araştırma yapmak olduğunu, onların da sürekli çalıştığını ve öğrendiğini düşünmüyor genellikle; ders anlatan ve sonrasında sınav yapan biri olarak görüyor yalnızca. Araya da böyle bir mesafe konulunca, hocanın sahip olduğu bilgilere vakıf olmak onlara cok uzak geliyor. Her zaman sınavı geçecek kadar öğrenmenin yeteceğini, hiçbir zaman asla hoca kadar bilemeyeceklerini düşünüyorlar sanki hocaya tüm bildikleri zembille inmiş gibi. Hocaların bildiklerinin ve öğrettiklerinin “yapılabilir” olduğunu görmek aslında büyük bir yük kaldırıyor insanin üzerinden. Hele bir de öğrenci de öğretmeyi seven birisiyse, akademisyen olmayı planlamasa bile, kendini 10 sene sonra hocanın yaptıklarını yapabilirken hayal edebiliyor.

    İlk sene bilgisayar dersleri ilgimi çekmediğinden, kendimi bilimin alakalı alakasız ne kadar dalı varsa onlara kaptırmıştım. Yapısal programlamadan çok quantum, evrimsel biyoloji filan çalışıyordum. Komik olan, kendi kendime öğrendiğim şeylerin çoğunu kavraması, bölümde pek de başarılı olamadığım dersleri kavramaktan cok cok daha zordu. Nedense insanda böyle bir ilüzyon oluyor ve bu konuda yalnız olmadığımı düşünüyorum. Bir şeyi yapmak zorunda olunca zul gibi geliyor; ancak hobi olarak yapınca olduğundan kolay üstesinden geliniyor. Eminim fizik ya da biyoloji bölümünde okuyor olsaydım onlarla ilgili kitapların kapaklarını açmaz, kendi kendime programlama filan öğrenmeye kalkışırdım. Sıkıntılarımı açıkça danışmanımla paylaştım, hatta ciddi ciddi tekrar üniversite sınavına girip bölüm değiştirmeyi düşündüğümü bile söyledim. Sağolsun, benimle çok ilgilendi, ki zaten derslerde de sürekli bizimle tecrübelerini ve görüşlerini paylaşan bir hocamızdı. İlgi alanlarımın tıp, biyoloji gibi şeyler olduğunu söylediğimde bana biyoenformatikten ve bölümümüzde bu konularla ilgilenen hocalardan bahsetti. Sayesinde yeni bir alanla tanışmıştım. Üstelik hobi olarak öğrendiğim şeyleri okuyan insanlardan bir farkım daha vardı, yarım yamalak algoritma kurmayı, bilgi işlemenin ne olduğunu ve programlamayı biliyordum. Zorunluluktan öğrendiğim şeyleri sevdiğim bir alanda uygulayabileceğimi öğrendiğimde, güç bela okuduğum kendi alanim da artık zorunluluk olmaktan çıkmıştı! İlk başta bazı şeyleri ne kadar eksik ve üstünkörü öğrendiğimi farkettim. Üç yıl sonra diplomasını alacağım bu alanın daha en basit konseptlerini doğru düzgün bilmediğim için uygulayamıyordum sevdiğim konular üzerinde. İlk dönem ders kitaplarını açtım, ve o derslerin çoğunu zorunluluğum olmadığı halde okumaya başladım. Artık ders gibi değil, sevdiğim diğer tüm konuları öğrenirken hissettiğim gibi, entelektüel bilgi birikimi yapmaktan mutlu oluyordum. Bunun yanında, bizim üniversitemizde zorunlu staj vardı her sene dörder ay. Her ne kadar özel sektörde çalışacaklara hitap ediyor gibi gelse de, akademik kariyeri seçmemde ve kendi alanımı sevmemde yadsınamaz bir etkisi olmuştur. Çünkü bu stajlar sayesinde, ben ve bir çok arkadaşım bilmemiz gereken şeyleri bilmediğimiz için uygulayamadığımızı fark ettik; üstelik buna iyi notlar aldığımız derslerimiz de dahildi. Tabi ki staj her öğrenci için mümkün değil; ancak öğrenilenleri gerçek bir probleme pratik olarak uygulamak ve başaramamak, eksikliklerini görmek kesinlikle pozitif geri besleme yaptı benim üzerimde.

    Benim aldığım lisans derslerinin çoğunda ders materyalini takip + basit pratikler yeterliydi iyi bir notla geçebilmek icin. Beni asıl değiştiren, biraz da bize sunulanlardan fazlasının araştırılmasının ve öğrenilmesinin gerektiği dersler oldu. Kendi araştırma konumuzu seçip üzerine araştırma yapıp, bir paper yazmamız gereken dersimiz vardı mesela. Amiyane tabirle “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” gibiydi benim için. O zamana kadar ders çalışırken başvurduğum kaynaklar hep ders kitaplarıydı; her şeyin oldukça keskin çizgilerle, bulanıklıktan uzak şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlatıldığı. Bahsettiğim derste, ilk defa makalelerden spesifik bir konuyu takip etmem ve çıkarımlar yapmam bekleniyordu. Kabus gibiydi. Çünkü neyin ne olduğu belli değildi. İki hafta boyunca makalelerın atıflarından ilerleyerek kendimi iki çalışma grubunun kavgası içerisinde bulmuştum. Yeni araştırılan bir konuydu; neyin en doğru ya da hangisinin en iyi yöntem olduğu belli değildi. Bir grup bir makale yazıyor, başka bir makalede de o grubun dediklerine karşı çıkan şeyler iddia ediliyordu. Cidden o zaman, lisans derslerimizin çoğunun aslında ne kadar güvenli ve sığ sularda olduğunu anlamıştım. Ancak dersin projesini teslim ettikten sonra, bir şekilde o “kavganın” içinden, şimdiye kadar öğrendiklerimi biraz da kendi yaratıcılığımı kullanarak çıkabilmek oldukça güven vermişti. (Çok sevmiş olacağım ki bu hissi, doktora yapıyorum.)

    Bitirme projemi biyoenformatik alanında seçmeye, mezuniyetime iki yıl kala karar vermiştim çoktan. Çok seviyordum, ve en iyi şekilde yapmak istiyordum. Bunun yanında, bolca seçmeli ders vardı ve bu seçmeli dersleri de ilgim doğrultusunda seçtim hep. Bu seçmeli derslerimizin birini hocamız MIT’in opencourseware’ine paralel işlemişti. Bilmeyenler için: derslerin videolarının, notlarının, ödevlerinin ve sınavlarının paylaşıldığı, son zamanlarda bir çok üniversitede popülerlik kazanan bir oluşum bu, MIT’inki için: http://ocw.mit.edu/index.htm Özellikle ders videolarını sınıfça çok izlemiştik. Buna rağmen, en azından kendim adıma konuşacak olursam, nasıl olsa evde izlerim diye derse gitmemezlik yapmadım. Ev ortamında, görsel olarak ders anlatımlarına ulaşabiliyordum; ancak yine de sormak istediğim tartışmak istediğim birçok şey olduğu için interaktif bir sınıf ortamına ihtiyaç olduğunu hissediyordum. Normalde öğrenciye gelecek haftaki derse kitaptan şu bölümleri öğrenin, ya da ders notlarını okuyun denilince büyük ihtimalle ucunda sınav filan yoksa okumaz. Bence ev ortamındaki öğrenme, sınıf ortamında öğrenmeden daha konforlu fakat ikisi de kesinlikle birbirinin yerine geçecek şeyler değil, birbirini tamamlayan şeyler. Yalnız ev ortamında çalışılması gereken materyalin hazırlanması, şahsı fikrime göre sınıf ortamı için hazırlamaktan daha da büyük emek istiyor; öğrencinin ilgisini çektigi takdirde ise kesinlikle çok büyük geri dönüşümü oluyor.

    Benim derslerime ilgi duyma hikayem ve bu konuda etkili olduğunu düşündüklerim özet olarak bunlar. Bağlayacak olursam; motivasyonu düşük öğrencilerin çoğu, gelecekte kendilerini hayal edemedikleri bir alana sıkıştırılmış görüyorlar, gittikçe ilgilerini ve umutlarını kaybediyorlar. Okuduğu alanla ilgili hiçbir şey yapmak istemeyen, başka istekleri ve beklentileri olan kişileri kesinlikle ayrı tutuyorum. Ancak sahip olacaklari bilgilerle neler yapabilecekleri, ufkun çok geniş olduğu akıllarının ucuna bile gelmiyor çoğu zaman. Wikipedia’da eskiden herhangi bir başlıktaki ilk kelimeye tıklayarak ilerleyince bir süre sonra “philosophy” başlığına ulaşılıyordu. Daha yakın örnek vermek gerekirse bilgisayar mühendisliği elektrik mühendisliğinin bir dalıydı, genetik de biyolojinin. “Orada ne var sorusu” felsefenin mihenk taşlarından biri, bugün düz anlamıyla ise bilimin motivasyonu. Bu soruya bir şekilde cevap arayan insanlar için heyecanlanacak, mutluluk verecek çok sey var. Bugün her alan gelişmeye ve araştırmaya açık; aynı şekilde birbirinden alakasız gibi görünen alanlar da aslında gayet birbirine muhtaç ve ortak çalışmalarla ilerliyor. Fakat şunu da göz önünde bulundurmak lazım, özellikle Türkiye’de öğrencilerin birçoğu okudukları bölümü sağlıklı bir süreçten geçerek seçmiyorlar. İsteyerek yerleştikleri bölümü aslında bir süre sonra istemediklerini farkedebiliyorlar; ya da benim gibi “nerden çattık bu belaya” diye girdiği bir işi aslında yapmaktan çok keyif alabileceklerini görüyorlar, ve bunda da hocaların yönlendirmesi epey büyük rol oynayabiliyor. Son olarak, yanlış anlaşılmasın, “okuduğum iki seneyi yakmadan ben bu bilgisayar mühendisliğinden nasıl kaçabilirim acaba” diye biyoenformatiği seçip kendimi Tıp Fakültesine atmadım. Biyoenformatik yüksek lisansımda, seçmeli derslerimi hep bilgisayar mühendisliğinden aldım çok sevdiğim için. Yine bu alanı çok sevdiğimden Yapay Zeka alanında ikinci bir yüksek lisansa başladım. Eğer en baştan tekrar tercih edecek olsaydım, yine bilgisayar mühendisi olmayı seçerdim 🙂

    • Bu yazıyı yazdığınız için teşekkürler… Yaşadıklarınızı aynen ben de yaşıyorum. Ben de bölüm değiştirmeyi düşünmüyorum fakat üniversite bitince alanımla ilgili interdisipliner bir alana doktora ile geçiş yapmak istiyorum. Şimdiden elimden geldiğince kendimi hazırlamaya çalışıyorum. Akademide çalışmak için bulunduğunuz bölümü gerçekten sevmek lazım. Yoksa ne bilimsel katkı olur, ne de ileride öğrencilerinize bir katkı. Umarım benim sonum da mutlu ile biter. Bu arada ben de tıp okuyorum 😉

  3. Pinar – helal olsun! Oturup anket yapmana bayildim. Ben tabii sadece isin ogrenci tarafini biliyorum ama Ryan’a da soracagim. Benim deneyimim soyle:
    1) Eger ders konusu hakikaten ilgimi cekiyorsa, dile gelip bulbul gibi sakiyordum derslerde.
    2) Eger not zorunlugugu varsa – yani “class participation” notuma onemli bir pay katacaksa, o zaman da konusuyordum
    3) Kucuk derslerde – yani hoca ve bilemedin 15-20 insanin oldugu derslerde, ister istemez konusuyorsun, cunku saklanacak yer yok.

    Bu arada 2) hakkinda enteresan bir hocam vardi – her dersten once okunacak akademik makaleler verirdi. Sonra derste cold-call ederdi. Yani herkes her makaleyi okurdu cunku adam bizi ansizin yoklardi. O derse de cok ama cok calismistim, hatirliyorum.

  4. Geri bildirim: Bol Bilim bir yaşında | BOL BİLİM

  5. Soyle bir dusunce deneyi yapsak?

    Bugunku teknoloji ile hocanin verdigi dersi “naklen” yada “banttan” internet uzerinde yayinlamak mumkun. Iki kamera ile hem hocayi hem de tahtayi gorebilirim. Bir cok MOOC da bu zaten var. Hatta 3D kameralar ile bunu cok daha ilginc hale getirmek de mumkun. Tahtaya bakarken, kafami cevirdigimde yanimda oturan arkadasimi gorebilirim. Duvara baktigimda da saati.

    Bu durumda neden sinifa gidip dersi dinleyeyim? Buna iyi bir cevabimiz var mi?

  6. Geri bildirim: Türkiye Akademisi’nden Hollanda Akademisi’ne Kısa bir Yolculuk | BOL BİLİM

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.